Küçücük dünyalarında, büyük yürekler barındıran güzel insanlar vardı bir zamanlar, şimdi ruhunu yitirmiş kalabalıkların gürültüsü içinde sesi kısılan. Sevdiklerinin resimlerini, kireçle boyanmış taş duvarlara asılmış aynaların çerçevelerine sıkıştıran o güzel insanlar, sessizce uzaklaşıp gittiler hayatlarımızdan, geride buğulu bir özlem bırakarak. Sabahları kendilerine uyanan, başkalarından uzak, kendine yakın hayatlar taşıyan o güzel insanlar, usulca çıkıp gittiler hayatlarımızdan, geride sevgiye ve şefkate acıkmış bir mutsuzluk bırakarak.

Odun ateşinde ısınan, aynı kaptan doyan, aynı odada farklı rüyalara dalan, evinin duvarlarına göçmen kuşlar yuva yapan o güzel zamanların, o güzel insanlarından arda kalan, “en” olma tutkusu peşinden koşan kuru bir kalabalık şimdi. “En” diye bir şey yoktur oysa “ben” olmadıktan sonra. En başarılı olmanın yedi sırrı, en beğenilen olmanın altın kuralları, en iyi olmanın dokuz yolu hikâyeleri anlatılırken her birimize, kaybettiğimiz benliklerimiz ve insani değerlerimiz. “Çok” olalım derken, “en” olma tutkusunun peşinden koşarken kaybettiğimiz “ben”lerimiz… Kalabalıkların içinde yok olan kimliklerimiz… En iyi olmak, en başarılı olmak, en beğenilen olmak, çok beğeni almak, en sevilen olmak, en çok “en”e sahip olan olmak… ve sonunda yok olmak. Aynı  İkarus gibi.

Yunan Mitolojisindeki İkarus’un hikayesi de bir anlamda “en” olmanın, yükseklik tutkusunun hikayesidir. İkarus’un babası çok başarılı bir mucit ve mimardır. Girit kralının isteği üzerine gizemi kimse tarafından çözülemeyen, içine girenin çıkışını bulamadığı çok başarılı bir labirent inşa eder. Ancak gün gelir inşa ettiği bu labirentin içine kral tarafından hapsedilir. Çok becerikli bir mucit olan İkarus’un babası o kadar başarılı bir labirent yapmıştır ki, içerisinden kendisi bile çıkmayı başaramamıştır. Mucit baba çok düşünür, taşınır ve sonunda labirentten çıkmak için bir fikir bulur. Kuşların tüylerini biriktirir ve biriktirdiği kuş tüylerini bal mumuyla birleştirip kedine ve oğluna kanat yapar. Kanatlarını kollarına bağlayarak labirentten kurtulurlar. Ancak baba, oğlu İkarus’a kanatlar balmumundan yapıldığı için ne çok alçaktan ne de çok yüksekten uçmamasını söyler. Eğer çok alçaktan uçarsa nem kanatları ağırlaştırarak uçmasını engelleyecek, eğer çok yüksekten uçarsa da güneşin sıcağından eriyip kanatları yakacaktır. Bu sebeple babası oğlu İkarus’a sıkı sıkı tembih eder: “ne çok alçaktan uç, ne de çok yüksekten!”

İkarus kanatları takar ve uçmaya başlar. Giritliler şaşkın bir şekilde baba ve oğlu İkarus’u izlerken, onlar özgürlüğe doğru uçmaya başlarlar. İkarus özgürlüğün, uçmanın, kendi kanatlarıyla yükselmenin hazzını aldıkça kendisinden geçer ve babasının tüm uyarılarını unutarak, gözünü daha da yükseklere diker ve güneşe doğru uçmaya başlar. Ona dokunmak istercesine, güneşe doğru yükseldikçe daha çok yükselmek ister. İkarus tüm sınırları unutur ve yükseldikçe yükselir. Ancak güneşe yakınlaştıkça İkarus’un balmumundan yapılmış kanatları erimeye başlar. İkarus yükselmenin sarhoşluğuna o kadar çok kapılmıştır ki, eriyen kanatlarının farkına varmadığı için yükselmeye devam eder. Sonunda İkarus’un kanatları tamamen erir ve tüyler dağılmaya başlar ve kanatları paramparça olur. İkarus Ege denizinin sularına düşer ve derin sularda kaybolur. İkarus’un daha yükseklere erişme, güneşe ulaşma tutkusu onun yok olmasına neden olmuştur. Bu hikâyesi ile İkarus, yükselme tutkusuna sahip olanların “en” lerin peşinden koşanların ikonu olmuştur.

En başarılı olmak, en beğenilen olmak… “En”lerin içinde yok olmak. Aslında “en” diye bir şey yoktur, “ben” diye bir şey vardır hayatta. “En”lerin peşinden koşarken kaybolan “ben”ler vardır. Belki de ihtiyacımız olan tek şey “ben” olarak kalmayı başarabilmek, başkasının “en”lerine ihtiyaç duymadan. Sahip olduğumuz her şey bir parça daha alırken benliklerimizden, belki de ihtiyaç duyduğumuz asıl şey, ihtiyaç duyduğumuz kadarına sahip olarak, kendimiz olarak kalabilmeyi başarabilmek. Daha fazlasına ihtiyaç duymadan, daha azın içinde, benliklerimizi çoğaltabilmek.

Belki de asıl ihtiyacımız olan daha çok yükselmek, daha çok şeye sahip olmak, daha başarılı olmak, daha çok beğeni almak, daha çok “en” olmaktan öte, yeniden fotoğraflarımızı sadece kendimizin beğeneceği albüm sayfalarında saklamak, özlediğimizde dokunarak bakabileceğimiz. Belki de ihtiyacımız olan, içine hatıralarımızı sakladığımız, sararmış yaprakların kokusunu içimize çekerek dostlarımıza gösterdiğimiz, geçen zamanın izlerini taşıyan, içinde solmuş siyah beyaz fotoğraflarında yer aldığı albümlerimiz. Belki de ihtiyacımız olan kendimizde olanın, kendimizde kalması. İhtiyacımız olan, içinde mütevazı tebessümlerin saklandığı, samimiyetle ısıtılmış cümleler.

Daha yükseğe çıkmaya, daha çok şeye sahip olmaya, daha çok biriktirmeye, daha çoğuna, daha fazla “daha”lara ihtiyacımız yok. En başarılı olmaya, en beğenilen olmaya, en sevilen olmamaya, en fazla “en”olmaya ihtiyacımız yok. Daha çoğuna sahip olmaya çalıştıkça kendimiz azalıyoruz, bu nedenle “az”, aslında “çok”tur!